6 Haziran 2012 Çarşamba

Sendika Kuracaklarmış

Şaşırdığımı söylesem,yalan olur.
Kurmaları bir yyana,ben geç bile kaldıklarını düşünüyorum.
Diyalog adına sapla samanı karıştırmakta beis görmeyenlerin,en fazla desteğe ihtiyaçlarının olduğu bir zamanda eğitimciler birliğine çalım atmaları,tam da onlara göre bir atak.
Geçmişte de öylelerdi,şimdi de öyleler.
Vefa adına terminolojilerinde kavram bulunmayanların bu yaptıkları,bir zihniyetin dışa vurumundan başka birşey değil.
Rahmetli Erbakan Hocanın dört bir yandan sıkıştırıldığı bir zamanda,zinde güçlere akıl hocalığı yapanlar,onlardı.
Türkiyeli Müslümanların zorbaların yasaklarına direndikleri bir dönemde,teferrut "kelamı hikmet"ini piyasaya sürenler,yine onlardı.
Mavi Marmara olayında İsraile göz kırpanlar... yine onlar.
Sivil bir Yahudinin kazara öldürülmesi üzerine gözyaşları sel olup akarken,bir asırdır hergün onlarca masumun hunharca katlini görmeyenler,yine onlar!
Sendika kuracaklarmış,
Kursunlar.
Yakışır...

30 Nisan 2012 Pazartesi

19 Mayıs Genelgesi

Danıştay 19 Mayıs ve diğer bayramların kutlanması hakkındaki MEB uygulamasının yürütmesini durdurdu.İleri demokrasi sahibi ülkelerde geçerli olan bir uygulama daha militarist zihniyet uzantılarınca mesle yapılıp yargı tarafından durduruldu.
Gerçekten de önemli bir konuydu.
Yoksa zoraki bayramları kutlayacak kimse bulamayacaklarından mı korktular?
Oysa böyle bir korkuya yer de yok.
Sıkıntı işin zorlama tarafında.
Pek çok kimse belki de bu baskıcı düşünceye inat gitmek istemedi...
Ve gitmeleri için bir fırsattı yeni uygulama.
Şimdi sormak lazım:
Yoksa bu zihniyet bu bayramlardan gerçekten de rahatsız mı?

24 Nisan 2012 Salı

TEBRİKLER

          Hz.Peygamber (s.a.v.) in  dünyaya teşriflerinin 1441. sene-i devriyesi vesilesi ile güzel bir program hazırlayıp Ona bağlılıklarını ortaya koyan 11.sınıf öğrencilerini bu güzel davranışları vesilesi ile tebrik ediyorum.Rabbim sadakatlarini daim eylesin,kendilerinden razı olsun!

19 Nisan 2012 Perşembe

SİYASET-POLİTİKA FARKI

 
Siyaseti, yönetme sanatı olarak tanıtıyor uzmanlar.İnsanları yönetme,idare etme sanatı.

Bir tarafta seçkinler yani seçilmişler,öbür tarafta seçmenler.

İnsanlık tarihi siyasi çekişmelere arena olmuştur hep.Allah'ın seçtiği ve eşref-i mahlukat olarak yarattığı Adem(a.s.)e isyanla başlamıştır bu çekişme.Mücadeleyi seven,tartışmayı,çatışmayı seven insan var oldukça,bu gelenek de devam edecektir.

Siyaset,amaçla anlam kazanır.Hedefe götüren araçlarla anlam kazanır.Hakkı tespit edip ikame etmek,Adaleti yerleştirmek için yapılan mücadele,bir peygamber geleneğidir.Bu açıdan bakıldığında,siyasetin içinde yer almak Mü'min için zarurettir.Çünkü Mü'min için hayat,iman ve mücadeledir.Fitne kalmayıp,din sadece Allah'ın dini oluncaya kadar çalışmak,Yaratıcının inanandan istediği bir yaşam düsturudur.

Politika da bir sanattır.Bir idare şeklidir.Menfaatin,tarafgirliğin,rant ve haksızlığın temel faktör olduğu bir sanat.Politika sanatkarlığı,bir şeytan geleneğidir.Bir illüzyon ve uyutma geleneği.Aydınlıkları karanlıklara götüren bir seyri vardır politikanın.Orada,güç ve iktidar sahipleri haklıdır hep.Tebaanın sadece uyma,itaat etme hakkı vardır.Aksi davranış bir bozgunculuk ve ihanet olarak değerlendirilir.

Kuvveti putlaştıran tüm yöneticilerin yaptığı,siyaset değil,sadece politikadır.

İnsanlık tarihi içerisinde zaman zaman yer değiştirir yönetimler.Peygamberin ve O'nu örnek alan liderlerin iktidarında hep siyaset vardır.Yönetenler tek yüzlüdür hep.Yüzü kalbini çağrıştırır,Özü ve sözü birdir siyasetçinin.

Ne zaman ki,insan yozlaşır,öz ve benliğini kaybeder,menfaat ve şöhret amaç olur,işte o an dönüş başlar politikaya.Bir U dönüşüdür bu.Dün söylediğini bugün unutturacak,dün inandığını bugün inkar edecek bir dönüş.

Müslümanların siyasete bigane kalmaları da bir bakıma politikaya dönüşüme zemin hazırlamaktır.Ortak olmaktır yapılacaklara.

İslam’ın bir devlet düzeni olduğunu,tüm varlığıyla hayatın her alanında yaşanabilecek bir din olduğunu unutmamalı Müslümanlar.Alternatifi olmayan bir hayat felsefesi çizmiştir insanlığa.O çizgiden sapanlar,kendilerini de kaybetmiş,kendi elleriyle kendi sonlarını hazırlamıştır.

Öyleyse,yıpranmış,adeta yok olmaya yüz tutmuş siyaseti yeniden hayatın bizzat içine sokmak durumundayız."Hayra çağıran,iyiliği emreden,kötülükten sakındıran" bir ümmet olmanın yolu da buradan geçiyor.

Haydi,kendimizi ve düşüncelerimizi politikanın kirlerinden arındırmaya.

Haydi,adil bir siyaseti mümkün ve yaşanılır kılmaya.

Allah yar ve yardımcımız olsun.

HARAMDA ŞİFA YOKTUR

Ebu'd-Derda (r.a)den:

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

     "Şüphesiz Allah ,derdi de dermanı da indirmiş,her derdin dermanını yaratmıştır.o halde,tedavi olunuz.Fakat,haram şeylerle tedavi olmayınız."
                                                       (Sünen-i Ebi Davud)
     Bu konu ile ilgili pek çok rivayet vardır.Bu rivayetlerde ortak olan nokta ise şudur:
     1-Tedavi olmak,gereklidir.
     2-Haram olan şeyle tedavi olmak helal değildir.

     Allah insanı en güzel şekilde yaratmış,bu yaratılış formunu bozacak her türlü eylem ya da gıdayı da yasaklamıştır.Kur'an'da pek çok yerde mealen"size rızık olarak verdiklerimizden temiz olanları yiyin-Allah'ın size helal kıldığı şeyleri yiyin"buyrulmaktadır.
    
     Kur'anda öz olarak nelerin yenilemeyeceği sayılırken,"kan,ölü,domuz eti,Allah'ın adı anılmadan kesilen hayvanlar"dan bahsedilmektedir.

     Cahiliye geleneğini sürdüren toplumlarda adeta bu ilah yasağa karşı bir meydan okuma vardır.oysa bu sayılan şeylerin yenmesi ya da alkol gibi maddelerin içilmesi,insanın hem maddi yapısına,hem de manevi yapısına zarar vermektedir.

      Allahın yasakladığı şeyleri kullanan kişilerde,bedensel bozulma,ruhsal bozulmayı da beraberinde getirmektedir.Bugün modern bilmin bile inkar edemeyeceği bir gerçektir bu.Batı toplumlarındaki ahlaki bozulmanın temelinde de bu yatmaktadır.Toplumumuzdaki gitgide artan kültürel yozlaşma ve ahlaki değer kayıpları da,aslında bunların birer sonucudur.

      Yukarıda zikrettiklerimiz,herhangi bir baskı,zaruret hali olmadan işlenen haramlarla ilgilidir.dolayısıyla bu şni şeyleri işleyenler mutlaka ilahi muhasebeden geçeceklerdir.Ancak bunun dışında durumlar da söz konusudur. Her insan şöyle veya böyle sebepler ya da gerekçelerle,haram olan şeyleri yemek ya da içmekle karşı karşıya kalabilir.

     Meseleye "zaruretler,mahzuratı mübah kılar"chetinden yaklaşarak çözmek,en kolaycı çözüm yoludur.Belki de olması gereken budur.Ama o zaruretin ölçüsünü kim belirleyecektir?bu durumla karşılaşanlar mı,yoksa başka amiller mi girecektir araya?

     Rasulullah(s.av)in yukarıda zikrettiğimiz hadis-i şerifi gayet açıktır.
Hastalanan kimse elbette tedavi olacaktır.ama helal şeyleri kullanmak zorundadır aynı zamanda.

     Hepimiz hastalanmışızdır.Çocuklarımız da hakeza.Doktorların ilk yazdığı  y ya bir ateş düşürücü,ya da bir antibiyotiktir.Ama muhtevasına baktığınızda,ilk gözünüze çarpan şey herhalde "alcool"kelimesidir.Ortada iki tane gerçek vardır:

     Tedavi zarureti,dolayısıyla ilaç kullanma mecburiyeti

     Haram şeylerle tedavi yasaklığı

     Peki bu durumda yapılacak şey ne olmalıdır?

     Tedavi bırakılarak,Rasulun emri mi terkedilecektir?

     Haram olduğu ifade edilen ilaç mı kullanılacaktır?

     Belki,"ilaçların içerisindeki alkol,haram kılınan alkol değildir.Alkolün saf olarak,şarap gibi içilmesi yasaklanmış"yollu bir çıkış yolu bulunabilir.

     Ya da zaruret öne çıkarılabilir.

     Ama hiçbir şey şu sonucu değiştirmez:

"ALLAH ,HARAM ŞEYDE ŞİFA YARATMAMIŞTIR"

Herşeyin en doğrusunu Allah bilir.

Allahın selamı üzerinize olsun

BAŞÖRTÜSÜ BİR HAK DEĞİL,GÖREVDİR!


          Başörtüsü konusunda yazılanlardan,ortaya konan düşüncelerden şöyle bir sonuç çıkardım:
Türkiyeli Müslümanlar olarak,eğitim konusunda net bir kararımız ve net bir tavrımız yok.Bu forumda birbirlerimizi alt etmeye çalışmamızın da bizi bir adım ileriye götüreceği kanaatinde değilim.
          Bir kere başörtüsünün fıkhi hükmü hakkındaki tartışmaları buraya aktarmak,çözüm değil tıkanmaya vesile olacaktır.Nasslar ve 15 asırlık bir tevatür,bu konuya son noktayı koymuştur.
          Örtü konusunun sadece "baş"örtmekle sınırlandırılması,fikirlerin sadece o noktada odaklanması da işin daha vahim bir tarafı.Başındaki örtüyü çıkarmamak için direnen Müslümanın giyindiği kot pantolon,işin vahametini ortaya koymaya yeter sanırım.
          Örtünmek bir görevdir bana göre.Bir emr-i ilahidir.Her görev,her kabul, sorumluluk gerektirir.Örtüsünün onurunu korumak zorundadır örtüye giren Müslüman kadın.Kur'an ayetlerinde vurgulanan husus da bundan başka bir şey değildir.
          Bütün şart ve hakların kaynağını Hak dışından aldığı toplumlarda,zihinler karışıktır.İslam olmak sorumluluğunun gereklerini yapmak isteyenler,hep sıkıntı içerisinde olmuştur.Olmamak,zaten bir bakıma destek olmaktır yapılanlara.
          Türkiyeli Mülümanların ne yapacakları konusunda kafaları net değildir.Ortaklaşa belirledikleri bir gündemleri de yoktur.Gündemi olmayan Müslümanın ise,öncelik-sonralık eksikliği olur mücadelesinde.Ben türkiyeli Müslümanların hala cemaatleşemediklerini,ama güçlü bir "cemaatçileşme"performasını gösterdiklerini görüyorum.Hal böyle olunca da her konuda bir ikilem,bir tartışma olması da kaçınılmazdır.
          En bariz örnek eğitim konusudur bu ikileme.Kimilerine göre eğitim"farz"dır ve bunun adresi devletin kurumlarıdır.Öyleyse ilim öğrenme farziyetini yerine getirmek için "teferruat"sayılan hususlarda gerekli tavizler verilmelidir.
          Kimine göre ise,kadının en önemli görevi analık ve iyi bir eş olmaktır.Aile saadetini sağlamada en büyük görev ona düşer.O bir mürebbiyedir.Sadece çocuğunu değil,adeta toplumu doğurur.Sağlam toplumun temeli,sağlam anneden,sağlam eşten geçer.
          Ama ortada bir de hayatın gerçekleri vardır.Anne ya da eşin görevleri evin dışına taşmıştır.Yerine göre bir doktor,bir öğretmen,bir öğretici olarak ihtiyaç vardır ona.Eşinizi doktora götüreceksiniz.Belki doğum yapacak.doktor olsun da yeter,cinsiyetinden bana ne mi diyeceksiniz,yoksa bir bayan doktor mu arayacaksınız.Ramazan gününde hastalandınız.Günde mutlaka 3 kere bu ilacı kullanmak zorundasınız diyerek işgüzarlık yapanı mı,yoksa alternatifini düşünüp,iftar ve sahurda kullanıp da aynı sonucu alacağınız ilaçları yazanı mı tercih edeceksiniz.Yoksa,aslolan şifa bulmaktır,nasıl olursa olsun diyerek duygu ve inançlarınızı rafa mı kaldıracaksınız.?
          Bunlar belki kimimize göre basit şeyler olarak algılanabilir.Ama şurası bir gerçektir ki,kadına hayatın her aşamasında ihtiyaç vardır.Onu,birtakım gerekçelerle eve hapsedip,faydalı olacağı alanlardan uzaklaştırmak,fazlaca inandırıcı gözükmüyor.Bu hususa gerekçe olarak ileri sürülen,delil olarak referans gösterilen ayet-i kerimeler ise özel olarak peygamber(a.s)ın hanımları içindir.Nitekim yine Kur’an’da onların diğer Mü’min hanımlar gibi olmadıkları beyan edilmektedir.
          Bütün bu sayılan gerekçeler,yanlış algılamaların temelinde var olan gerçek şudur:Müslümanlar şartlarını kendilerinin koyduğu bir sisteme şiddetle muhtaçtırlar.Adaletin temel ölçü olduğu,siyasetin etken olup,politikanın terk edildiği bir sistemdir bu.İşte öyle bir sistemi oluşturmak,bugün içinden çıkamadığımız sorunları da kökünden halletmek demektir.
          Sonuç olarak,kadınların kimlik ve kişiliklerini deforme etmeden mücadele etmeleri zarurettir.Evlerinde oturup olayları sadece seyretmeleri,kendileri gibi düşünenleri güçsüz bırakmaları demektir.
          Örtülerinin ve onurlarının mücadelesini veren hanım kardeşlerimi kutluyor,Rabbimden başarılar nasip etmesini diliyorum.

CEMAAT(çi)LEŞMEK

    Hz.Ademle başlayan insanlık tarihi,hep mücadele ve sıkıntılarla doludur.Biz peygamberlerin yaşam ve mücadelelerine baktığımızda,onların hep iki zümre ile mücadele ettiklerini görürüz:
     Peygamberlerin getirdiği sistemi reddedenler-inkarcılar,
     Peygamberlerin getirdiği sistemi kabul edip görünüp  de,onu şahsileştirmeye,kendi isteklerine uygun hale dönüştürmeye çalışanalar.
     Birinci gruba girenler,düşmanlıklarını alenen ve hiçbir kisveye sokmadan ortaya koydukları için,onlarla ayapılan mücadelede zafere kolayca ulaşılmıştır.Tarihde şöhret bulmuş kabiller,nemrudlar,firavunlar bu zümredendir.
     İkinci gruba girenler,peygamberleri ve onların mirasçısı olan dava önderlerini en fazla üzen,en fazla uğraştıran kimselerdir.Bel'amlar,Abdullah b.Ubeyler ve onların -adını hepinizin bildikleri-çağdaş versiyonları.
     Kur'an'ın Peygamberimize(s.a.v) ilk çağrısı "oku"emridir.Bu vahyi takip eden çağrıda ise şu gerçeği görmekteyiz:
"İnne'l-insane le yetğa-Şüphesiz insan,haddini aşar"
     Meseleye bu zaviyeden yaklaştığımızda,insanın bu temel vasfını bilerek çözüm yolları üretmeye çalıştığımızda,inanıyorum ki,başarı daha kısa bir zamanda gerçekleşeektir.Çünkü,azgın olan,haddini aşan insan,yeri geldiğinde"atılmış bir damla"sudan yaratıldığını unutmakta,kibre kapılıp sahip olduklarının kendi emeği ,bilgisi karşılığı elde edildiğini iddia etmektedir.
     Öyleyse çözüm nedir?Mademki tüm sıkıntıların kaynağında insan vardır,öyleyse çözüm için de ondan başlamak gerekmektedir.Peygamberlerin yaptığı da budur:Eşref-i mahlukat olarak yaratılıp da,esfel-i safiline inen insanı tekrar aynı mevkiine çıkarmak.
     Kur'an'da,aceleci,cahil,tartışmacı özelliklerine atıf yapılan insanı,öyle bir hamurda yoğurmak gerektir ki,arınsın,tertemiz olup,asıl haline dönüştürülsün.İşte bu hamur Kur'an ve Sünnettir.Kur'an ve sünnet hamurunda yoğrulup şekillenen insanın,meleklerin de üzerine çıkmasına hiçbir engel kalmamıştır.
     "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sarılın,sakın ayrılığa düşmeyin"fermanı ile kendisine çağrılan Kur'an,"Bana tabii olun ki Allah da sizi sevsin"çağrısıyla kendisine uymaya çağrılan Peygamber.İşte bu iki kaynak,eşref-i mahlukat sevdasında olan insanın tek çıkış yoludur.Bunların dışında kalan,bunların aslına ve ruhuna aykırı hiçbir makam ve mekan,insanı huzura çıkaramayacaktır.
      Peygamberlerin Kur'an'da anlatılan mücadele lerinde,temel çağrının Allah'ın birliği ve şerikinin olmadığı çağrısı olduğu da aşikardır.Öyleyse,eşref-i mahlukat olan insanın öncelikle bu konuda hiçbir sıkıntı ve itirazı olmaması gerekir.Zihninin bu konuda tertemiz olması gerekir.İman noktasında alnı ak olanın,diğer eksikliklerini de inşaallah Allah tamamlayacak ve Rabbine "hoşnud olunmuş"olarak dönecektir.
      Doğrularla beraber olmak,Kur'an'ın vurguladığı hakikatlerden bir diğeridir.Zayıf yönleri ile dikkat çekilen insanın,eğriliklerinin yontulup düzeltilmesinde,terbiye edilmesinde bu birlikteliğe mutlaka ihtiyaç vardır.
      Öyleyse,müslümanlar doğrularla beraber olduklarında hedeflerine daha kolay varacaklardır.Hatalarında uyarılacak,güçsüzlüğünde desteklenip kuvvet kazanacak,sıkıntılı anında moral verip güç kazanacaktır.Böyle bir birliktelik,varolması gereken,yok ise oluşturulmasında zaruret olan bir birlikteliktir.Siz ister buna cemaat deyin,ister cemiyet deyin,farketmez.
      Hz.Ademden beri,insanı en fazla uğraştıran şey nefsi olmuştur.Belki de Hz Ademe yasak meyveyi yediren de odur.Nefsindeki "ebedilik"arzusudur.
      Tasavvuf yada tarikat ekolleri,nefsin terbiyesini ve eğitimini hedef alan kurumlardır.Dinin İslam ve İman temellerini  yerleştirdikten sonra,onların her an canlı tutulmaları ve sapmalarına karşı bir uyarı görevini yerine getirmeye çalışır tarikatler.Bu konuda her zaman yardım ve liderliğine ihtiyaç duyulan birisi daha devreye girer.O insan,mürşiddir.
     Peygamberlerin varisleri olan mürşidlere toplum her zaman ihtiyaç duymaktadır.Bugün,her gün biraz daha zayıflayan,yıpranan duyarlılıklarımızın korunması ve hayatın bizzat içine sokulmasında,mürşidlerin etkisi daha da aşikardır.Onların varlığını inkar etmek,aslında kendi varlığını da inkar etmek demektir.
      İmansız bir İslam nasıl geçersiz ise,proğramı Kur'an ve sünnet olmayan hiçbir cemiyet ya da cemaat de geçersizdir.Liderlerin zaman içerisinde insani vasıflarını aşıp,yaptığından sorulmaz bir konuma gelmesi riski her zaman vardır.Bu riski aşmanın yolu,şahısların değil,proğramların temel alınmasından geçmektedir.
      Netice olarak denebilir ki,insan istikametinin sağlanması ve benliğinin korunması için "doğrularla"beraber olmak durumundadır.Yeterki bu birliktelik,ölçüler içerisinde kalmış bir birliktelik olsun.
      Kur'an ve sünnetin ölçü olmaktan çıkıp,şahsi kanat ve değerlendirmelerin öne geçtiği beraberlikten,doğruya varamak imkanı da yoktur.Böylesi durum ve ortamlarda,dostluk içselleştirip lokalize edilmekte,muhabbetin sınırları daraltılmaktadır.Bu oluşumun varacağı nokta da "cemaatleşme" değil,"cemaatçileşme"dir.
      Alt kimlikler,küçük mensubiyetler asla Üst kimliğin önüne geçmemelidir.
      Bugün yaşadığımız sıkıntıların,karmaşaların temelinde de maalesef bu yatmaktadır.
      Varlığını,başkalarının yokluğu üzerine bina etmeğe kalkışmak,temelsiz bina inşa etmek demektir.
      Rabbim Müslümanları "ilkeli beraberliklerden"ayırmasın        

18 Nisan 2012 Çarşamba

KÖPEKLER HALA PEŞİMDE


Küçücüktüm,ufacıktım
Peşime düştü köpekler,
Düştüm,kan oldu her yanım,
Baktım,ardımda,köpekler.

Yetişti bir dost koşarak,
Kaldırdı yerden,şefkatle.
Eve döndüm ağlayarak,
Köpeğe baktım,nefretle.

Dost dedi,boşver,aldırma,
Unutursun büyüyünce,
Unutmadım,büyüdüm de,
Köpekler hala peşimde.

Kimi kızıl,kimi kara,
Hayatı,eğlence,para,
Hak karşısında madara,
Köpekler hala peşimde.

GİDECEĞİM BURALARDAN


Gideceğim buralardan,
Bir gece habersizce
Kimseye söylemeden,
Görünmeden sessizce.


Gideceğim buralardan,
Belki bir şafak vakti,
Kimseler hiç bilmeyecek,
Puslu bir sabah vakti.

Gideceğim buralardan,
Yıktım tüm düşlerimi,
Düşünüp aldırmadan,
Kaybettim hislerimi.

Gideceğim buralardan,
Sevdamı bıraksam da.
Güneş doğar birazdan,
Fark etmiyor kalsam da.


Gideceğim buralardan,
Sabah aydınlığında
Ben gönlümü bıraktım,
Gece karanlığında.

Gideceğim buralardan,
Bir gece habersizce
Kimseye söylemeden,
Görünmeden sessizce.

EFENDİM!


Hazan yaprakları gibi rüzgarda,
Savrulup dökülür,düşer dururum.

Sen uzaklardasın,ben ah u zarda,
Aşk oduna yanar,pişer dururum.

Melul melul bakıp koca şehire,
Hayalini görür,koşar dururum.

Ve hüznüm sel olur,sığmaz nehire,
Çağlayanlar olur,taşar dururum.

13 Nisan 2012 Cuma

28 Şubat Kaç Yıl Sürecek?

Hatırlayın,
28 Şubat Postmodern Darbesinin cafcaflı yılları.Mikrofonu eline alan konuşuyor:
28 Şubat 1000 yıl sürecek!
Şeriata geçit yok!
Tanklarımız demokrasiye balansa ayarı yaptı!
v.s. v.s
İki gündür derin medyada bir ikiyüzlülük var ki,sormayın gitsin!
Ellerinden gelse 1000 yıllık yas ilan edecekler ama,mevzuat müsait değil!
Gelsin sulandırmalar,
Gelsin kıvırtmalar!
Çaycılar niye iddianamede yok!
Şoförünün teyzesi neden sanık değil,
Falan ,fişmekan!

Nasıl derler,
Utanmazlığın da bir "adabı"var,töresi var,usulü var!
Bunlarda zırnık yok,okunmuyor hayanın emaresi!

28 Şubat 1000 yıl sürecekti,
Ama hesap tutmadı,
Galiba ortada sayı saymayı bilmeyenler var.
Şimdi onlara hatırlatmak lazım:
Yanlış hesap Bağdat'tan döner,
Ya da keser döner sap döner,elbet birgün hesap döner.
Şimdi hesap verme sırası onlarda,
Ama asıl büyük hesap var,
Mahkeme-i Kübrada.
Hayatlarını kararttıkları binlerce masumun hesabını verebilecekler mi?

Versinler,
Herkes gibi,
Aheste aheste,
Ya da uygun adım marş!

Sünneti İnkar Fitnesi


SÜNNETİ İNKAR FİTNESİ VE SÜNNETİN TEŞRİDEKİ YERİ

A-Sünneti  Devre Dışı Bırakma Düşüncesinin Tarihçesi
Son iki yüzyıl dünyada dengelerin değiştiği , savaşların ve fikri mücadelenin tavan yaptığı bir dönemdir.Bu dönemde dünyada dengeler değişmiş,materyalizm uzantısı pek çok fikri akım dünya sahnesinde kendine yer bulabilmiştir.Bu hızlı değişimden hemen hemen etkilenmeyen ülke ve düşünce ve inanç sistemi yok gibidir.Bu değişim ya da başkalaşımın bizi ilgilendiren tarafı,İslam dünyası içerisine sokulan Sünneti hafife alma ,inkar etme düşüncesidir.
Aslında sünnet etrafında şüphe uyandırmaya yönelik girişimlerin tarihi daha eskidir.Bunu hicri 2.asra kadar(Miladi 8.yüzyıl) götürebiliriz.Sünnet hakkında ağır iddiaları ve ithamları ortaya atan  ilk akımlar, Haricilik ve Mutezililik akımları olmuştur.
Hariciliğin sert ve bir o kadar da kaba düşünce yapısının toplumda itibar kazanmamasının önündeki engel,Hz. Peygamber(s.a.v.) in sözleri yada sünneti olmuştu.Allah Resulünün kendi düşüncelerine geçit vermeyen  sözleri karşısında Hariciliğin ilk yaptığı şey,hadislerin doğruluğundan şüpheye düşürmek ve sünnetin uyulmaya layık bir esas olmadığını yaymak olmuştur.[1] Kur’an ayetlerini kendilerine siper edip meseleyi kendi düşüncelerine ait hale getirmeye çalışan bu düşünce yapısının ,daha doğrusu Kur’an’ı şahsi emellerine alet etmede beis görmeyen bir düşüncenin,sünneti doğru algılaması da zaten beklenemezdi.[2]
Mutezili düşünceyi ortaya çıkaran,Mutezilenin temel meseleleri yorumlamadaki metodu da çıkış yolu olarak sünneti devre dışı bırakma gibi bir temele dayanmıştır.Acem ve Yunan Felsefesi ile karşılaşan Müslümanların,inanç,usul ve hüküm konularında zihinlerinde şüpheler uyanmaya başlamış,meseleyi kavramakta zorlanan Mutezili düşünce salikleri,aynı zamanda meseleyi çözmek konusunda yeterli dini birikime sahip de olmamaları sebebiyle,felsefenin tüm hareket noktalarını kabul etmişler,aklı mutlak hakem yapmışlardır.Bundan sonra da İslam’ın ahkama dair kaynaklarını bu bakış açısı ile değerlendirmeye başlamışlar,ancak karşılarında yine Sünneti bulmuşlardır.Onlar da tıpkı Hariciler gibi,sünnete şüpheyle yaklaşmaya ve sünneti hüccet olarak kabul etmemeye başlamışlardır.[3]
Gerek Muhaddislerin ciddi çalışmaları,gerek Kur’an’ın bu meseleye bakış açısı,gerek sünnete farklı yaklaşanların tevillerindeki zorlamalar,gerekse Ümmetin toplumsal vicdanı,sünnete karşı yapılan bu amansız saldırının etkilerini engellemiş,en aza indirmiştir.Ancak 19.Yüzyılda aynı düşüncenin tekrara tarih sahnesine  çıkmasına engel olamamıştır.[4]
Daha önceleri Irak merkezli olan bu düşünce,19.yüzyılda Hindistan’da yeniden diriltilmeye başlanmış,Seyyid Ahmed Han tarafından canlı tutulmaya çalışılmıştır.Seyyid Ahmed han ve takipçilerine göre, Allah’ın kitabı yeterlidir.Herhangi bir şerhe ve peygamberi tefsire ihtiyacı yoktur.Hz.Peygambere Kur’an’dan başka vahiy gelmemiştir.Onun görevi sadece Kur’anı ulaştırmaktır.Ayrıca ona tabi olmaya gerek yoktur.Ona toplumsal konularda değil,sadece dini konularda uymak gerekir.Onun açıklamaları sadece kendi devrini bağlar ve sadece o dönemde amel edilir. [5] Aynı ekolün bir diğer versiyonu ise Mısırda başını Muhammed Tevfik Sıdki’nin çektiği,el-Kur’aniyyun taifesidir.Günümüzde ise özellikle Bazı İlahiyat Fakültesi Profesörlerince ülkemizde etkinliğini sürdürmeye çalışmaktadır.
B- Sünneti  Devre Dışı Bırakma Düşüncesinin Kodları
Sünnetin teşrideki yerine geçmeden önce,sünneti devre dışında bırakma düşüncesinin temellerine göz atmak faydalı olacaktır.
Sünnet karşısındaki bu olumsuz tavrın salikleri temelde iki yöntem belirlemişlerdir:
1-Bunlardan birincisi Hadislerin gerçekten Hz.Peygambere ait olup olmadığı konusunda kalplerde kuşku uyandırmak,
2-Hadisin sıhhati tespit edilmişse,ona uymanın zaruri olmadığı tezini devreye sokmak.[6]
Bu yöntemlerin ikisinin  de   sünnete karşı haksız bir saldırı olduğu ortadadır.Zira bu yöntemleri bugün en çok Müsteşrikler kullanmaktadırlar.Müsteşrikler ,sünnetin Hz. Peygamberin vefatından  yaklaşık  1.5 asır sonra tedvin edildiğini,dolayısıyla onun İslam’da yeri olmadığı sonradan dinin asılları içine Muhammed(s.a.v.)i sevenlerce sokulduğunu iddia etmişlerdir.Geriye temel kaynak olarak Kur’an kalmıştır. Hal böyle olunca sünnet devreden çıkıacak ,Sünnet sahibine olan güven sarsılacak,müteakiben  ikinci adım devreye girecek ve Kur’an hakkında şüpheler oluşturulmaya çalışılacaktır.
Gerek Müsteşriklerin,gerekse onların İslam’a olan kinlerinden bihaber bir kısım çağdaş din bilgininin bu hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları başka metodlar da vardır.Yeri geldiğinde onlara değineceğiz.Ama öncelikle bugünkü fitnenin fikir babaları olan Haricilerin “La hükme illa lillah” sloganı kendisine sorulan Hz.Ali’nin cevabına bir bakalım.Hz.Alinin cevabı gerçekten de sünnet inkarcılarına bir cevap niteliğindedir:
“Kelimetun hakkun yuradu bihe’l-Batıl”
“Kendisi ile batıl amaçlanan Hak bir cümle!”
Sünnet muhaliflerinin diğer metodlarına gelince,öncelikle bazı hadis kaynaklarındaki “vahi”,”mevzu” türü haberleri ön plana çıkararak ,hadis kaynaklarının itibarını zedelemek,sonra da samimiyet pozları takınarak bu haberlerin tümünün reddedilmesi gerektiğine iknaya çalışmak,
Hz.Peygamberin yüce makamını “postacı”seviyesine indirgeyerek,Kur’anı ulaştırmaktan başka görevi olmadığını ortaya atmak,
Sünneti hukuk kaynağı olmaktan çıkarmak,
Hadis ilimleri ile iştiğal eden ulemayı değersiz,güvensiz kılmak,
Kur’ani kavramların içini boşaltmak,[7]
Bugün karşı karşıya olduğumuz manzara aynen böyledir.Kur’an İslamı,Gerçek İslam söylemlerinin altında yatan gerçek bundan farklı değildir.
C-Sünnetin Kur’an Karşısındaki  Durumu,Teşrideki Yeri
Sünnetin dindeki yerinin belirlenmesi,öncelikle sağlam bir sünnet algısı ile mümkündür.İfrat ve tefritin ortasında adil bir yaklaşımla bunu ortaya koymak gerçekten kolay bir işdir ve doğru yol da budur.
Bugün sünnet konusunda birbirine taban tabana zıt kabul ve yaşantılar ortaya konmuşsa,bunun birincil sebebi,sünnetten ne anlaşıldığı sorunudur.Meseleye Hz.Peygamberin söz, fiil ve takrirlerine şekil açısından bakıldığında ortaya konan,tesbit edilen sünnet ile,Hz.Peygamberin bahsedilen şeyleri hangi sebep ve amaca yönelik olarak yaptığı zaviyesinden bakılarak tespit edilen sünnet elbette aynı değildir.Bundan çıkarılacak en doğru sonuç ise,sünnetle ilgili sorunun,anlama sorunu olduğudur.[8]
Sünnetin doğru olarak anlaşılması,nebevi nassın dil bakımından delaletine uygun olarak hadisin bağlamı ve sebeb-i vürudu ışığında,Kur’an ve diğer nebevi nassların gölgesinde,İslamın genel maksatları ve prensipleri çerçevesinde anlaşılması ile mümkündür.[9]
Öyleyse sünnetin doğru olarak anlaşılması ve tesbiti
,
iyi bir dil bilgisine sahip olmak,Paygambere ait olduğu söylenen haberin hangi sebeple meydana geldiğini bilmek,Kur’an’ın ve genel sünnet mantığının meseleye bakışının,son olarak da Dinin genel maksatları ile prensiplerinin külli bir mantık çerçevesinde değerlendirmekle  mümkündür.
Sünneti devre dışı bırakmak isteyenlerin temel görüşünü Kur’an’ın her şey için yeterli olduğu ve onun dışında bir kaynağa ihtiyaç olmadığı ön fikri oluşturur.Delillerinden birisi Nahl,89.ayet-i kerimedir:
“Bu kitabı sana her şey için bir açıklama,bir hidayet ve bir rahmet kaynağı ve Müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.”
Diğer dayanakları Yusuf suresi,111.ayet-i kerimesidir:
“…Bu Kur’an uydurulacak bir söz değildir.Fakat o,kendinden öncekileri tasdik eden,her şeyi açıklayan bir kitaptır.İman eden bir toplum için rahmet ve bir hidayettir.”
Oysa meseleye derinlemesine baktığımızda durumun onların iddia ettikleri gibi olmadığı,aksine ayetlerin bütününe bakmadan lokal bir anlama hatasının olduğu ortaya çıkar. Kur’an’daki bu konu ile ilgili ayetlerde,Yüce Allahın insanlar içerisinde seçtiği peygamberin örnek şahsiyet olduğu, görevinin vahyi yaşayarak açıklamak olduğu,ona itaatin Allaha itaat ile,ona  isyanın Allaha isyanla eşdeğer olduğu  görülür:
“İnsanlara kendilerine indirileni açıklaman için ve düşünüp anlasınlar diye sana da bu Kur’an’ı indirdik.”[10]
“De ki Allah’a itaat edin,Rasule de itaat edin.”[11]
“…Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz,onu Allah’a ve elçisine götürün.”[12]
Son ayet-i kerime yalnız başına tüm iddialara cevap verir mahiyettedir. Allaha götürmenin Kur’ana götürmek olduğunu,Rasulüne götürmenin  de onun sünnetine başvurmak olduğunu anlamak pek de zor değildir.Allame Mustafa Sıbai bu konuda şöyle demektedir:
“Allah’ın Dinini ve Şeriatın hükümlerini  tam anlamıyla bile bir Müslüman ,mevcud uygulamalara karşı çıkıp,sünnetin delil oluşunu inkar edip,İslam’ın yalnızca Kur’an’dan ibaret olduğunu söyleyemez.Çünkü şeraitteki hükümlerin çoğu,sünnet ile sabit olmuştur.Kur’andaki hükümler ise genelde mücmel ve külli kaideler şeklindedir.Aksi takdirde biz beş vakit namazı,namazın rekatlarını,zekat miktarlarını,hacc ibadetlerinin detaylarını,muamelat ve ibadetlerin diğer hükümlerini Kur’an’ın neresinde buluruz?”[13]
İbn Hazm’ın bu konudaki değerlendirmesi ise şöyledir:
“…Öğlenin dört rekat,akşamın üç rekat olduğunu,rükunun bu şekilde,secdenin şu şekilde olduğunu,namazda nelerin okunacağını;altın,gümüş,koyun,deve ve sığırların zekatının nasıl olduğunu,hangi tür mallardan zekat alındığını,alınan zekatın miktarını,hadlerle ilgili hükümleri,yiyeceklerden nelerin haram olduğunu…Kur’an’ın neresinde bulabiliriz?Kur’an’da öyle cümleler var ki,onları onları o halleri ile almış olsak,o konuda nasıl amel edeceğimizi bilemeyiz.İşte böylesi konuların hepsinde kendisine başvurulacak kaynak,Peygamber(s.a.v.)den (hadis ve sünnetlerin ifadesi olarak)yapılan nakildir. ”[14]
Sünnetin Kur’an karşısındaki durumuna gelince,Ulema sünnet Kur’an ilişkisini temelde 3 şekilde ortaya koyarlar:
1-Sünnet, Kur’anı destekler:
Sünnet bu anlamda bir açıklama ya da detay vermeden Kur’an’ın getirmiş olduğu hükümleri destekler.Mesela ana babaya iyilik etmek,akraba ilişkilerini sürdürmek,komşuya ikramda bulunmak,kötülüğün ardından iyilik yaparak onu ortadan kaldırmak konularındaki hadisler böyledir.Bunlar yeni bir hüküm ortaya koymazlar,sadece konu ile ilgili ayetler paralel,te’yid edici hadislerdir.
2-Sünnet,Kur’an’ı açıklar:
Kur’an’ın sünneti açıklaması daha çok 3 şekildedir:
a)Mücmeli tafsil etmesi:Sünnet bu yönüyle Kur’an’daki kapalı ifadeleri açıklığa kavuşturur.Mesela günlük namazların sayısı,vakitleri,rekat sayısı,namazın nasıl kılındığı konusundaki hadisler böyledir.Bu hadisler “namazı dosdoğru kılın” [15] ayetinin tafsili cihetindedir.Yine zekat nisabı,zekat verilecek mallar,farziyeti için gerekli şartlar hakkındaki hadisler,”zekatı da veriniz” [16] ayetinin tafsili şeklindedir.
b)Umumun tahsisi:Sünnet,bazen Kur’an’daki genel içerikli bir hükmü özele indirger.Mesela “katile miras yoktur “[17] hadisi böyledir.
c)Mutlakın takyidi:Sünnet bazı durumlarda Kur’anda mutlak olarak gelen bir hükmü sınırlandırır.Bu meyanda,Kur’andaki “Birinize ölüm geldiği zaman,eğer bir mal bırakacaksa, anaya,babaya,yakın akrabalara uygun bir biçimde vasiyet etmek,Allah’tan korkanlar üzerine borçtur.” [18] ayetindeki mutlak vasiyete Peygamberimiz “Sen üçte biri vasiyet et.Hatta üçte biri bile çok” [19] hadisi ile sınır getirmiştir.
3-Sünnet, Kur’an’ın hüküm koymadığı ı konularda yeni hüküm getirir: 
Rasulullah(s.a.v.) :”Hayızlı kadın orucu kaza eder ama namazı kaza etmez” [20] buyurarak hayızlı kadının orucu konusunda yeni bir hüküm ortaya koymuştur.Yine kişinin hanımı ile beraber halası ve teyzesi ile aynı naikah altında bulunmasının haram kılınması,nesep dolayısıyla haramlığın süt emme dolayısıyla haramlıkla aynı olduğu,ehli eşekler,yırtıcı hayvanların etlerinin yenmesinin haramlığı gibi hususlar sünnet ile tesbit edilmiştir.[21]
Kur’anda bulunmayıp,yukarıda saydığımız şekliyle Rasulullah(s.a.v.)in hüküm koyduğu hususları Kur’an’a aykırı olarak görmek büyük bir yanılgıdır.Peygamber(a.s.)ın Kur’anda bulunmayan hükümler teşriini, sünneti Kur’an’ın önüne geçirmek olarak algılamamak gerekir..Ona ait olduğu ve sıhhati tesbit edilmiş hadislerle ortaya konan bu hususlarda Peygamber(s.a.v.)e uymak ilahi bir emirdir.Çünkü Kur’an O’na itaati emretmekte,O’na isyanı Allah’a isyan olarak görmektedir.Ve Allah ve elçisinin temiz olan şeyleri helal,pis olan şeyleri haram kıldıklarını ifade etmektedir.
D-Sonuç
Hz.Peygamberi  doğru olarak tanımak,Kur’anı bilmekle mümkündür.Yeterli Kur’ani bilgiye sahip olmayanların yaptıkları en büyük yanılgı,Harici bir mantıkla bir kısım ayetleri sloganlaştırıp,Hz.Peygamberin dindeki konumunu alaşağı etmek olmuştur.Oysa Hz Peygamber:
b)Vahiy alan ve aldığı vahyi insanlara ulaştıran,ulaştırmakla kalmayıp bizzat uygulayarak gösteren kişidir.Bu Onun nebevi yönünü gösterir.Vahiy mahiyeti itibariyle aşkın bir varlıktan gelmesi nedeniyle,bu Peygamberi diğer insanlardan ayırır.
b)İnsan cinsine nisbetiyle,fiziki biyolojik özellikleri kendisinde barındıran bir insandır,bu da beşeri yönüdür.[22]
Hz.Peygamberin hem nebevi hem de beşeri yönü birlikte olduğunda Peygamberliği ortada olacaktır.Bu iki yönünü ayırıp bir tarafını öne çıkarıp,diğer tarafını gizlemek İslam’a yapılmış en büyük saldırıdır.
De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. (Ne var ki) Bana sizin ilahınızın tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın."(Kehf,110)





Mikdam b.Madikereb(r.a.)den:
“Rasulullah(s.a.v.) Hayber günü bazı şeyleri(Ehli eşeğin etinin yenmeyeceği gibi) haram kıldı.Sonra şöyle buyurdu:
“Bir adamınn koltuğuna yaslanıp benim hadisimi söylemesi sonra da şöyle demesi yakındır:”Benimle sizin aranızda Allah’ın kitabı var.Onda neyi helal bulmuşsak,biz de onu helal sayarız.Ve onda haram ne varsa,biz de onu haram kılarız.” (Dikkat edin) Muhakkak ki Allah Rasulü(s.a.v.) in haram kıldığı (şey), Allah’ın haram kıldığı (şey) gibidir.”
(Darekutni,Sünen,Mukaddime,49,s.145;Tirmizi,H.No:2664; İbn Mace,H.No:12;Darimi,H.No:592;   Müsned,IV,132;Tahavi,Şerhu’l-Meani,IV,209;Taberani,el-Kebir,H.No:649;Beyhaki,VII,76;Hakim,I,109)


[1] Mevdudi,Sünnetin Anayasal Niteliği,Çev.N.Ahmed Asrar,s.13
[2] Sıffin Savaşı sonrası “Hüküm Sadece Allahın’dır”ayetini istismar etmeleri.
[3] Mevdudi,a.g.e,s.14
[4] Mevdudi,a.g.e.,s.16
[5] H.Musa Bağcı,Beşer Olarak Hz.Peygamber,s.26
[6] Mevdudi,a.g.e.,s.14
[7] Bakınız:Mevdudi,a.g.e,s.19-20-21
[8] Yusuf el-Kardavi,Sünneti Anlamada Yöntem(Çev.Bünyamin Erul) s.115
[9] Yusuf el-Kardavi,a.g.e,s.142
[10] Nahl,44
[11] Nur,54
[12] Nisa,59
[13] El-Kardavi,a.g.e.,s.88
[14] El-Kardavi,a.g.e.,s.89
[15] Bakara,43
[16] Bakara,43
[17] Müsned,I,49;Muvatta,ukul,10;Tirmizi,Feraiz,17
[18] Bakara,180
[19] Buhari,Cenaiz,36;Vasaya,2,3
[20] Buhari,Hayız,20;Müslim,Hayız,68
[21] El-Kardavi,a.g.e.,s.84-86
[22] H.Musa Bağcı,a.g.e.,s.490